Sigara İçen Biri Kadar BENCİL Olun…

Eğer başlığı okuduktan sonra hala bir sigara yakmadıysan şu an tam sırası, yak hadi başlıyoruz.

MÖ 1000’li yıllara ışınladık seni ve kendini Amerika kıtasında yerlilerin arasında tütün yakarak tanrılarla iletişime geçmeye çalışırken buldun. O duman göklere yükseldi ama tanrılara ulaşamadan insanların arasına karışarak geri indi, yıllarca form değiştirdi, kıtalardan kıtalara göç etti ve nihayet nefesinde yerini aldı.

Peki bu tütünün başına neler geldi? Amerikadan Kristof Kolomb’un gemicileri tütün sarılı kamışlarla döndü, ardından Avrupa’da bir tutkuya, Osmanlı’da ise bir tehdide dönüştü. IV. Murad, tütün içeni ölümle cezalandırırken, Fransa’da kraliyet sarayları tütün kokuyordu. Birinin kutsalı, diğerinin günahıydı. Ne yasaklar, ne engeller insanların tütüne ve Sanayi devrimi sayesinde sigaraya ulaşmasına mani olamadı. Hatta sigara da saniyeleşti, ayrımlar kalktı. Kadını, erkeği, genci, yaşlısı, fakiri, zengini hepsinin cebine kolayca girmeye başladı. Biçimi, kokusu, aromaları, filtreleri, kutuları değişti ama işlevi hiç değişmedi:

İnsanın ruhsal bir boşluğunu geçici olarak doldurmak.

Sigara ilk olarak doktorların tercihi, özgürlükçü kadınların yanında gibi sloganlarla reklamlarda yerini aldı. Sigara içme bir özgürlük, statü sahibi olma, önemli biri olma gibi algılarla insanların dikkatini çekmeye devam etti. Elden ele sigara alışverişleri, bir kereden bir şey olmazlar ve mutlaka denemelisinler adeta hipnoz edici etkiler uyandırdı. Tamamiyle stres azaltan, odaklanmayı artıran, sosyalleşme aracı bir mucizeden zamanla artan hastalıklara ve daha gergin topluluklara neden olmaya başladı. Araştırmalar gösterdi ki o küçücük kağıtlara sarılan tütünler insanları akciğer ve kalplerinden vurdu.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) der ki 1,24 milyar yetişkin dünyada tütün kullanıyor ve her yıl 8 milyon kişi hayatını sigaradan kaybediyor. Buradaki bir ilginç sayı ise bu ölümlerin 1,6 milyonu pasif içicilere ait.

Nasıl yani ben sigara bile içmiyorum ne demek pasif içiciler de sigara yüzünden ölüyor diyen biriysen üzgünüm haberler sandığından da kötü. Sigara kullanımda duman ikiye ayrılıyor: Ana duman (Mainstream Smoke) ve yan duman (Sidestream Smoke). Ana duman içicinin sigarayı içine çekip geri verdiği dumandır ve bu duman filtrelenmiştir bu sayede içicinin ağzı, bir nebze de olsa zehirli partikülleri süzer. Yan duman ise sigaranın yanan ucundan doğrudan ortama yayılan dumandır ve pasif içiciler esasen bu dumanı solur. Bu duman filtrelenmemiştir, yani içiciye göre daha ham ve toksik bir gaz karışımı içerir.

Şimdi gittiğiniz okulu, çalıştığınız ofisi, evinizi, sokakları, kafeleri ve eğlence merkezlerini düşünün. Buradaki insanları ve neler yaptıklarına odaklanın. Eğer sigara içen biriyseniz her daim yaşadığınız yoksunluk atakları iç mekanlarda boğulmanıza ve dışarıya koşmanıza, aldığınız dumanla yeniden doğmuş gibi hissetmenize neden oluyor. Dahası alkollere, güzel sofralara, sohbetlere elinizde bir bardak dolusu neşe tutuyormuşsunuz gibi aldığınız keyfi maksimuma çıkaran o güzel şeye sahipsiniz. Size tavsiyem Butan’a bir ziyaret yapmayı düşünüyorsanız, biletinizi hemen iptal etmeniz. Çünkü 2004 yılından beri Butan hükümeti toplumun “Mutluluk endeksini korumak.” ve halk sağlığını gözetmek için ülkede tamamen sigara içmeyi yasakladı.

Sigara neden mutluğu bozsun ki? Yoksunlukta çektiğim o his mutsuzluk değil ki! Ayrıca ne olmuş yani ben sigara içiyorum diye içmeyen biri yanımda durmak zorunda değil. Bu benim iradem ve özgürlüğüme kimse karışamaz.

Sevgili sigarasız hayatlar biliyorum bunları defalarca duydunuz, sosyal gruplardan dışlandınız, şikayet etmeniz sizi daha nobran biri yaptı yani üstüne suçlandınız. Sevdiğiniz insanlar tarafından evinizde bile sağlığınızdan oldunuz. Minik bebekler çoktan tiryaki olarak büyüdü. Sigarasız hayatlarınızda restoran ve kafelerde dış mekanda oturmanın bedelini size anlatmama gerek yok sanırım. Zehirli bir hava ve bolca koku hemde saçınızda, kıyafetinizde. Eğlenmeye gittiniz mesela bir konsere, sanırım insanlardan sigara içmemesini bekleyecek kadar bencil değilsinizdir. Nitekim dumandan tahriş olan boğazınız için eczanelerde çok tatlı pastiller bile mevcut.

Sigara içen biri doğrudan bencil olabilir mi? Sigara içmeyen insanlar başka bir gezegene mi taşınmalı, sigara içmemek gerçekten kaçırılan bir şey mi? Bir gün uyandığımızda dünya üzerinden tütün silinseydi dünya sizce nasıl bir yer olurdu? O dumana sığdırılan şeyler, gerçek hayatta sizden neler çalıyor?

Sorular benden, takdiri sizden olsun.

Tutku DİNÇER

Öldürmeyen şey güçlendirir mi?

Bir hayat düşünün ki, Almanya’nın bir köyünde 1844’te gözlerinizi dünyaya açıyorsunuz. Siz daha hayatı keşfettiğiniz 5 yaşınızda papaz babanız toprağın altındaki derin uykusuna geçiyor ve art arda diğer erkek kardeşleriniz de babanızın izinden gidiyor. Anneniz ve kız kardeşleriniz ile hayatın her şeye rağmen devam ettiğini kabul edip yola koyuluyorsunuz. Fakat bu kayıplar elbette her hücrenizde izler bırakıyor, zihniniz hiç durmayan bir saat gibi çalışıyor her şeyi sorguluyor. Kendinizi Antik Yunan felsefesinde ve edebiyatın derinliklerinde bulup filoloji okumaya karar veriyorsunuz. 24 yaşında üniversiteye profesör oluyorsunuz ve dahi olarak nitelendiriliyorsunuz.

Bu süreçte yaşadığınız kronik baş ağrılarından, görme problemlerinden ve elbette mide ağrılarınızdan kimsenin haberi yok. Fakat durumunuz giderek kötüleşiyor ve siz hayatınızdaki en kötü kararmış gibi duran akademik hayatınızı sonlandırma kararını alıyorsunuz. Peki ne mi oluyor, koskoca yalnızlık ve ızdırap dolu sağlık koşullarınız sizi esir alıyor. Her şey daha kötüye gidiyor derken siz yalnızlığınızla eş olup onunla yanıyor, acınızı sayfalara döküyorsunuz. Yazdıkça sorguluyor, sorguladıkça felsefenin içinde adeta devleşiyorsunuz. Hatta kitabınızda “Tanrı öldü!” diyerek herkesi sizinle sorgulamaya davet ediyorsunuz. Bir kitabınızda aşağıdaki sözleri yazarak şarkılara, filmlere konu oluyor ve dünyada ölümsüz bir iz bırakıyorsunuz.

“Was mich nicht umbringt, macht mich stärker.” -Twilight of the Idols-

Beni öldürmeyen şey güçlendirir.. -Putların Alacakaranlığı adlı eserden-

Onca eseri kaleme aldıktan sonra ömrünüzün sonlarına yaklaşırken ruhsal ve fiziksel sağlığınız giderek kötüleşiyor ve ruhsal çöküşün ardından 56 yaşında dünyaya veda ediyorsunuz. Peki sahi siz kimsiniz?

Friedrich Wilhelm Nietzsche, bir çoğunuz yazının başında çoktan anladınız ama ben onu uzun uzun analım istedim. Yalnız bir dahi, kaybolmuş bir ruh ne derseniz deyin kendine ve hayata meydan okumasının öyküsünü bize aktarmış Nietzsche.

Sahiden bizi öldüremeyen şeyler güçlendirir mi? Psikoloji dünyası çoğunlukla Nietzsche ile aynı fikirde olamamış, bu çöküş ve travmaların insanları tamamen daha güçlü ya da iyileşmiş yapmayacağını, hatta kalıcı zararlar verebileceğini savunmuşlar. Acı, dert, keder, sıkıntı adı sizin için her ne ise hayatlarımızda kaçınılmaz olan ve elbet yolumuza cam kırıkları seren o duygular, anlar, yaşananlar.

Hayatın tuzu biberi denir ya hep, büyümeniz için almanız gereken dersler, dökmeniz gereken gözyaşları, tabi tutulduğunuz testler bunlar elbette değişmez ama bilirisiniz ki elbet bir çıkış yolu, yerden kalkmanın acı dolu hazzı, sizi devam etmeye her zaman zorlayacaktır. Yerden daha güçlü mü kalkarsanız yoksa daha kendinden emin ya da yara, bere içinde yorgun..

Şimdi her nerede, hangi sorgulanızın içindeyseniz, yolunuzu kaybetmiş ya da ruhunuzu ürküttüyseniz bu gecelerin bir sabahı olduğunu unutmayın, sizi öldürmeyen her şeyin yüzüne gülüp yolunuza devam edin, sevgiyle kalın.

Tutku Dinçer

Adaletsizliğin Derinliklerinde: “The 8 Show” ve Gerçek Hayat

Saatler süren deliksiz uykudan bir anda uyanmış gibi, ıssız bir arazinin içindeki gizemli evin kapısını açıp içeriye kafamı sokmuş gibi o heyecan ve merakla uzun bir aradan sonra karşınıza geldim 🙂

Ne oldu da buralara geldin diyecek olursanız, konuşmamız gereken konular var. Hepinizin izlediği, gördüğü ya da en azından duyduğu o meşhur dizi “The 8 Show” var ya, işte bu diziyi bitirdikten sonra içimde uyanan duyguları ve düşünceleri sizinle paylaşma heyecanı buldum. Sizin de biraz vaktiniz varsa, ona talip olmaya geldim.

Bilen ve bilmeyenler için kısa bir özet geçelim. “The 8 Show”, Bae Jin-soo’nun “Money Game” ve “Pie Game” isimli web çizgi filmlerine dayanan, Han Jae-rim imzalı yeni K-draması.

Birçok yerde karşınıza çıkan açıklaması ise şöyle: 

“Maddi sıkıntı içindeki sekiz kişi, intiharın eşiğindeyken zamanlarını parayla satın alabilecekleri bir realite yarışmasına davet edilir. Yarışmacılardan, sadece beton duvarlardan oluşan bir stüdyoda 100 gün boyunca kalmaları istenir. Eğer orada 100 gün kalmayı başarırlarsa 44,8 milyar won karı eşit olarak paylaşabileceklerdir. Ancak yiyecek, su ve elektrik gibi temel ihtiyaçlar da dahil olmak üzere harcadıkları her şey normal fiyatın 1000 katı tutarında olacak ve kardan düşecektir. Zaman ilerledikçe artan maliyetler, oyuncuları birbirine düşürür.”

Ama ne düşürmek! İzledikçe “bu kadarı olmaz” diyeceğiniz her şey bir bir yaşanıyor. Peki neden? Bu insanları bu kadar zalim olmaya iten şey ne?

Güç, haksızlık, fantezi, adalet?

İzledikçe sizin de kafanızda sorduğum sorular yanıt bulacak aslında ama ben biraz adaletsizlik hakkında konuşmak istiyorum.

Her geçen gün hayatın ne kadar acımasız, adaletsiz ve durmayan bir sistem olduğunu anlıyoruz, anlamak zorunda bırakılıyoruz. Büyümekle birlikte omzumuza yüklenen sorumluluklar, yetişmemiz gereken bir hayat, hayallerimiz ve daha nicesi bize nefes almayı engeller duruma geliyor. Hepimiz bu aç gözlü düzende geriye dönüp baktığımızda anlamlı bir hayat yaşamış olmak için canımızı dişe takıp çalışıyor, üretiyor, savaşıyor ve hayatta kalmaya çalışıyoruz. Lakin şartlar hiçbir zaman eşit olamıyor, her zaman sizden daha fazla şeylere sahip ya da haksız kazanan insanlar olmaya devam ediyor. Üstüne öyle şeyler yaşatılıyor ki bu beni niye buldu dediğiniz, kötü insanlara lanet ettiğiniz o dünyada var olmaya devam ediyorsunuz.

Bu savaşın içinde bir bakıyoruz ne görelim, zaman su gibi akıp gidiyor. Doğmaz dediğimiz güneş yeniden doğuyor, çıkmaz dediğimiz yıldızlar gökte özgürce parlıyor, geçmez dediğimiz dakikalar, saniyeler sanki kan ter içinde bir yere yetişmek için durmadan koşuyor. Henüz ölümsüzlük iksirimiz de raflarda yerini almadığı için hepimiz bu kısıtlı zamanda ne yapabilirsek, başarabilirsek, kazanabilirsek diye çabalıyoruz. Bu adaletsizliklere isyan ediyor, sövüyor ve gözyaşlarımızı akıtıyoruz.

Ama her şeye rağmen yaşıyoruz ve pes etmiyoruz. Sistem bize “hayatta sahip olmak istediklerin için açgözlü ol, hırslı ol, uğruna gereken her şeyi yap, vicdanını geride bırak, acımasız ol, en önemlisi sensin” diye yüzümüze bağırıyor. Bu noktada hala kim olduğunuz ise sizin elinizde olan bir karar. Evet, sahip olmak istedikleriniz ve size yapılan adaletsizliklere bir cevap vermek de, bu kötü kalplilerin üstüne basıp geçmek de, değerlerini korumak, kim olduğunu unutmamak, kötülük pınarında yıkanmamak için sert dalgalara göğüs germek de sizin seçiminiz.

Bugün kalemimi, kendilerine yapılan adaletsizliklere rağmen kim olduğunu unutmamış, yüreğindeki çiçekleri soldurmamış, kimsenin üstüne basmamış, bozulmamış nadide güzel insanlara kaldırıyorum.

Kapanışa giderken dizide geçen çok güzel bir sözü sizlere bırakmak isterim:

“Neşelen, ümidini kaybetme. Yolumuza devam edeceğiz.”

İşaret, Rutin ve Ödül..

İki dakikalık okuma serimizde yeni bir yazıyla karşınızdayım. Bugün okuduktan sonra bakış açımı kökünden değiştiren, işin arkasındaki matematiği anlamamı sağlayan “Alışkanlıkların Gücü” kitabından çıkarmış olduğum notlardan paylaşımlar yapacağım.

Alışkanlıkların yaşam döngüsü nedir, alışkanlıkları değiştirmek mümkün müdür ya da tamamiyle alışkanlıklar yok olabilir mi?

Bilinç6’nızda neler oluyor? yazımda da bahsettiğim gibi aslında beynimiz enerji tasarrufu yapabilmek adına alışkanlarımızı kullanıyor. Yazarımız Charles Duhigg’in söylemine göre de günlük davranışlarınızın %40’dan fazlası alışkanlıklarınız ile yürütülüyor. Bu sayede her eylem için karar mekanizmanızın çalışmasına gerek kalmıyor.

Alışkanlıklara daha yakından bakıldığında Duhigg bir yaşam döngüsünün var olduğunu ve sırasıyla İşaret, Rutin ve Ödül adımlarından oluştuğunu saptamış. Örneğin kahve içme alışkanlığınızı ele alırsak, uyuklama isteğinizin gelmesi veya bir şeyler yiyip içmek istediğinizde veya her zaman yaptığınız bir işin yanında mutlaka kahve içmeyi yerleştirdiyseniz o işe başlamanız, alışkanlık döngüsünün işaretini tetikler. Sonrasında kahvenizi yapmaya başlarsınız, bu süreçte yaptığınız hareketler zihnin kendini yormadan alışkanlığın doğasında bulunan rutin bölümünün aktif olması ile sağlanır. O güzel koku ile beraber aldığınız ilk yudum ise ödüle ulaşmanızı sağlar. Özetle asıl olan ödüldür yani arzulardır ve ona ulaşmak için alışkanlık çarkını döndürmeye devam edersiniz.

Alışkanlıkların tümden yok edilemeyeceği sadece değiştirilebileceği kitapta uzunca anlatılmış. Yıllar geçse bile işaretin tetiklenmesi veya ödüle duyulan haz duysunun artması durumunda, alışkanlıkların tekrarlandığı gözlemlenmiştir. En basit örnek ile yıllarca sigara içmeyen bir kişinin eskiden onu içmeye iten işaretin tekrarlanması ile yeniden içmeye başlamasıdır.

Alışkanlıklarınızı değiştirmek istediğinizde izleyeceğiniz yol şu şekildedir:

Aynı işareti kullan, aynı ödülü ver, ama rutini değiştir.

Fakat bunu yapmak sanıldığı kadar kolay ve herkeste aynı işleyen bir süreç değildir. Çünkü her bireyin alışkanlıkları benzer gibi görünsede; oluşturulma şekli, işareti, rutini ve ödüle bakış açısı farklılık gösterir. Bu nedenle bir alışkanlığınızı değiştirmek istediğinizde kendi üzerinizde bir deney silsilesi gerçekleştirmeniz gerekir. Öncelikle rutininizi tanımlayıp, ardından farklı ödüller deneyerek aslında gerçek arzunuzun ne olduğunu anlamaya çalışın. Ardırdan işaretinizi belirleyin, yani ne zaman, ne koşullarda bu alışkanlığa başvurduğunuzu saptayın ve son adım plan yapın. Artık alışkanlığınızın döngüsünü anladığınız için değiştirmek istediğiniz şekilde alışkanlığınızı yönetebilirsiniz.

Şimdi alışkanlıkların işleyişi, değişimi konusunda ön bilgiye sahip oldunuz ama bence atlanılmaması gereken bir diğer konu ise bu sürecin en başına odaklanmak. Yani bir alışkanlık oluşturmadan önce sizi kötü etkileyecek bir durum var ise bu döngüye başlamadan engel olmaktır.

Alışkanlıklarınızı yakından tanımak için üç önemli maddeyi belirleyip kendinize bir yol haritası çizme vaktiniz geldi, işaretleriniz neler ve gerçekten anlamlı mı, rutinde sizi olumsuz etkileyen etmenler bulunuyor mu ve ödülünüz bu alışkanlık döngüsünün beslenmesine değiyor mu, yorum sizin..

Tutku DİNÇER

Bahar temizliğine başladınız mı?

İki dakikalık okuma serimize hoşgeldiniz 🙂 Çok vaktimiz olmadığı için hemen sizi sohbete alıyorum. Bugün size perdeleriniz, halılarınız, koltuklarınız ne durumda diye sormayacağım ya da evinizi nasıl temizleceğiniz hakkında tüyolar da vermeyeceğim. 

Zihniniz ve hayatınız ne durumda, her şey olması gerektiği gibi mi, hayatınızda fazlalık olan neler var ve bunlardan nasıl kurtuluruz bunlar üzerinde yoğunlaşalım istiyorum.

Nasıl ki güzel ve temiz bir evde yaşamak istiyorsak, güzel ve temiz bir zihinle, iyi bir vücut ve akıl sağlığı ile yaşamakta bir o kadar önemli ve gerekli. Belki beyniniz çalıştığınız masanın ne kadar dağınık olduğuyla ilgilenmiyor gibi görünebilir ama dağınıklığın yarattığı kaos psikolojisi ile motivasyonunuzu, odaklanma sürenizi ve siz farkında olmadan verimliliğinizi büyük oranda olumsuz etkiler. Peki masayı topladık her şey yerli yerinde artık tamam mıyız? 

Zihninizde o an neler var, telefonunuzu neleri kontrol etmek için elinize alıyorsunuz, sizi alıkoyan insanlar var mı? Daha da kötüsü etrafınızda sizi aşağıya çeken negatif durumlar ve insanlar var mı?

Eğer cevabınız evet ise önce buradan temizliğe başlamalısız. Yapabileceğiniz temizlik önerilerini listeyecek olursak:

      • Negatif insanlardan uzak durun ya da onu da bu durumdan kurtarmak için şikayetlerinizi dile getirip üzerinde konuşun, belki de o kişi bunların farkında bile değildir.
      • Telefonunuzda olan ama aylardır bakmadığınız her uygulamayı temizleyin, çünkü görsel dağınıklık ve yoğunluk zihninizi yormaya devam edecektir.
      • Dolabınızda bir gün kullanırım diye koyduğunuz ama asla kullanmayacağınız her şeyi gerçekten ihtiyacı olanlara ulaştırın. Bu sadece yer açmaya değil paylaşmanın mutluluğu ve hafifliğini de size getirecektir.
      • Günün herhangi bir diliminde sizi rahatsız eden her düşünceyi, olayı sindirerek onu olumlamaya çalışın. Unutmayın halının altına itilen hiçbir toz tamamen temizlenmez ve bir gün daha kötü bir şekilde karşınıza çıkar.
      • Bedeninizi temizlemeyi de atlamayın. Evet kişisel bakıma çok önem veriyor ve bedeninizin dışarıdan inanılmaz görünmesini sağlıyor olabilirsiniz. Peki organlarınız, kanınız, beyniniz ve ikinci beyniniz bağırsaklarınız da bundan nasibini alıyor mu? Sağlıklı beslenmeye, detox molası vermeye, ister meditasyon ister yogayla zihninizi ve kaslarınızı rahatlatıp gevşetmeyi de ihmal etmeyin.

Jamaikalı reggae sanatçı Bob Marley’in güzel sözleriyle sizi baş başa bırakıyorum..

“Baktın hayatın tadını çıkaramıyorsun; tadını kaçıranı, hayatından çıkar.”

Tutku DİNÇER

Bilinç6’nızda neler oluyor?

Bir hikayeye göre Amerikalı yazar Mark Twain akıl hocasına giderek “Ben binlerce kitap okudum ama aklımda onlara yönelik hiç bir şey yok. Acaba okumakla hata mı ettim?” der. Bu sözlere karşılık hocası Twain’e dönerek “Bir meyveyi yediğinde o meyve bir meyve olmaktan çıkıp senin ihtiyacın olan vitaminlere dönüşür. Ama sen birkaç dakika sonra meyvenin tadını bile hatırlamazsın.” diyerek sessizliğine gömülür.

Peki Twain’nin edindiği bilgiler, düşünceler, gördüğü resimler, kitaplara dokunduğunda hissettikleri, hatta onları okumasını sağlayacak okuma bilgisi nerededir? Bunca şeyi biliyor iken beyniniz nasıl çalışır, nasıl depolama yapar hiç düşündünüz mü? Ya da hayatınızda düşündüğünüz, rüyanızda gördüğünüz, duyduğunuz hiçbir şeyin tesadüf olmadığını söylesem ne derdiniz?

Bilinç seviyenizi gelin 3’e bölelim: Bilinç, bilinçaltı ve bilinç dışı. Bilinçaltı ve bilinç dışı aynı şey zaten 2 oldu diye düşünenleri sayfayı kaydırmaya davet ediyorum, size anlatacaklarım var.

TDK’ye göre Bilinç “Algı ve bilgilerin zihinde duru ve aydınlık olarak izlenme süreci, şuur.”, Bilinçaltı “Bilinç dışı olmakla birlikte, dilendiğinde kapsamındakilerin bilince çağrılabildiği zihin bölgesi, şuuraltı, tahteşşuur.” ve Bilinç Dışı “Bilinçsizce yapılan iş ve etkinliklerin bütünü.” olarak tanımlanmış.

Bunu görselleştirmek istersek bilinç sokakta baktığınızda dışarıdan gördüğünüz bina, bilinçaltı bu binanın bodrum katı, bilinç dışı ise binanın temellerinden magmaya kadar olan tüm katmanları içerir. Beyniniz sizi çok fonksiyonlu ve aynı anda birden fazla işi yapabilececek kapasiteye getirmek için bilinçaltınızı aktif bir şekilde kullanır. Çünkü bilinç düşünerek enerji harcadığınız, yorumladığınız ve odağınızı verdiğiniz kısımdır. Bu haftasonu nereye gitmeliyim sorusuna cevap aramak anlık ve düşünce gerektiren, bilinci aktif tutan bir sorudur. Bu soruya yanıt ararken yemek yapmak için beyniniz bilinçaltınıza başvurarak alışkanlıklarınızı devreye almanızı sağlar. Yemeği karıştırken internetten yaptığınız yeni yer keşfi ise bilinç dışınızın daha önceden kaydettiği fakat sizin bunu hiç fark edemediğiniz yerlerden, çağrışımlardan sadece bir tanesidir.

Bu durumda Twain bir kitabı eline aldığında okuma işlemi bilinçaltından geldi, nereye oturacağına bilinci karar verdi, okurken yorumladığı cümleler bilinçte işlendi ama bilinç dışı Twain’nin üzerinde durduğu veya durmadığı her şeyi not almaya devam etti. Hatta Twain kitaba daldığında pencerenin önünden geçen kedi, odadaki koku, kitabın ona yaşattığı hissiyat, yan odadaki konuşmalar bilinç dışında yerini çoktan aldı.

Peki bilinçaltı ve bilinç dışı yaşamınızı nasıl etkiler, bu gizemli dünyada neler olur? Bilinçaltı manipüle edilebilir mi? Bilinç dışı 7/24 kayıt alan bir kamera mıdır?  Bilinçaltı temizliği mümkün müdür? Hipnoz gerçekten etkili midir?

Bilinçaltı ve bilinç dışı sizin kendinizi nasıl beslediğiniz, nasıl yetiştirdiğiniz ve nelere maruz bıraktığınızla bağlantılı olarak şekillenir. Bilinç dışınız sizin her anınızı kollayıp, gözeten, gerekli gereksiz olabilecek her detayı alarak saklamaya çalışan büyük bir bellektir. Rüyanızda görüp tanımadığınızı düşündüğünüz insanlar aslında bilinç dışınızın saniyelik bile olsa görüp sizin için kayda aldığı kişilerden biridir. Bunca kayıdın içinde tabiki geçmişte yaşadığınız, gördüğünüz, duyduğunuz binlerce olumsuz durumlarda var. Kötü anıların yok edilmesi mümkün mü sorusunun cevabını  Kötü anılarınızı sildirmek ister miydiniz? yazımda detaylıca bahsetmiştim. Peki hipnoz bu denklemin neresinde?

Yunan mitolojisinde yer alan uyku tanrısı Hypnose’dan gelen, Yunanların gerginlikten kurtulmak için bulduğu bu yöntem; beyni uyku ile uyanıklık arasındaki seviyeye getirerek, yani bilincinizi devre dışı bırakarak bilinçaltınızla komutları almanızı, sakinleşmenizi sağlar. Fakat burada atlanılmaması gereken en önemli nokta bilinçaltı manipülasyona açık bir ortamdır. Hafızanın güvenirliliği üzerine yapılan birçok araştırma bulunmaktadır. Yönlendirmeler sayesinde bilinçaltınızın olmayan şeyleri olmuş gibi hatırlama (sahte anı yerleştirme) ya da yaşanılan olayları çarpıtmasının (anı değiştirme)  mümkün olduğu görülmüştür. 1974 yılında  Amerikalı bilişsel psikolog Elizabeth F. Loftus ve John Palmer Reconstruction of Automobile Destruction (Otomobil yıkımının yeniden kurulumu) adında bir deney yaparak, insanlara arabaların çarpışmaları ile ilgili videolar izleterek hızlarını tahmin etmelerini beklerler. Farklı izleme grupları oluşturarak yönetilen hız sorusunu kelimelerle oynayarak çeşitlendirirler. Arabalar sizce ne hızla çarpıştı, dokundu, parçalandı, vurdu..? Katılımcıların hız için verdiği cevap kelimenin olumsuzluk seviyesine göre artış göstermiştir. Bilinç aktifken bile manipülasyona karşı koyamayan beyin, hipnoz yönteminde dış etmenlere daha açık ve bağımlı hale gelir.

Şimdi yazıyı okuyan gözleriniz; algılayan, düşünen yorumlayan beyniniz bilincinizi aktif tutarken, bilinçaltınız kahve fincanına uzanmanızı, bilinç dışınız ortamdaki konuşmaları kaydetmenizi sağladı. Hatta bu yazıda size tanıdık gelen parçaların hepsi bilinç dışınızda önceden işlenmiş bilgilerin varlığını size hatırlattı. Bilinçaltınız okumaya devam etmek için kaydırma yapmanız gerektiğini siz düşünmeden parmaklarınıza iletti.

Beyninizin gizemli dünyasına hoşgeldiniz .. 🙂 Artık bilinçaltının ne kadar önemli olduğunu biliyorsunuz. Tam da bu noktada size çok iş düşüyor çünkü nasıl bir birey olmak istediğiniz beyninizi nasıl beslediğinizle ilişkili. Edindiğiniz her yeni alışkanlığın, dinlediklerinizin, maruz kaldığınız sohbetlerin, izlediklerinizin siz farkında olmadan sizi yönettiğini, yönlendirdiğini unutmayın.  Zihininize giden yolda eşlik edeceğim sürenin sonuna geldik. Bilinç dışınıza bıraktığım tohumlarla yeniden karşılaşmak dileğiyle..

Tutku DİNÇER

Stres iyi midir, kötü müdür?

TDK “Stres” kelimesini ‘Ruhsal gerilim.’ olarak tanımlamış.  Stresin psikolojideki tanımına bakarsak, bu tanımın bir hayli eksik olduğunu görebiliriz. Stresin en geniş tanımı ise şöyledir: Bireyin tehdit edici ve zorlayıcı olaylarla karşılaşma anında içerisinde bulunduğu, baş edebileceği düzeyde olduğu sürece gelişmesine yardımcı, aksi takdirde ise bireyin tüm psikolojik ve biyolojik kaynaklarını tüketen bir durum (Balaban, 2000; McGraw Hill, 2013).

İngilizce’den dilimize geçen “stress” kelimesi Eski Fransızca’da kullanılan “estresse”den gelmektedir. Bu sözcük “darlık, sıkıntı” anlamındadır. Sözcüğün varoluşundan itibaren kullanım şekli hep olumsuz odaklı imiş, fakat stres sadece negatif bir olgu mudur? Stres insanda ne gibi değişikliklere yol açar? Stres sadece iyi ya da sadece kötü olarak tanımlanabilir mi?

Macar- Kanadalı endokrinolog Hans Selye stres üzerine yaptığı çalışmaları sonucunda “Genel Uyum Sendromu” tanımını ortaya atmış. Bazı kaynaklarda bu sendrom GAS (Genel Adaptasyon Uyumu) olarakta karşımıza çıkar. Bu sendrom aslında bireylerin strese nasıl tepki verdiğini anlatan 3 aşamalı bir süreçtir. Bu süreç sırasıyla Alarm(Tehlike), Direnme ve Tükenme adımlarından oluşur. Alarm aşaması bireyin stresi ilk fark ettiği an olarak tanımlanır. Savaş ya da kaç mekanizmanız aktif hale gelir. Bedenizde birçok değişim başlar; adrenalin hormonu salgılanır, kan basıncınız yükselir, göz bebekleriniz büyür, kaslarınız gerilir, kalp atışınız hızlanır, mideniz asit salgılamaya başlar.. Bu aşamada avına pusu kurmuş ve hareketini bekleyen mağara adamı ile, işe yetişmek için geç kalan otobüsün yolunu gözleyen sizler aynı semptomları yaşarsınız. Alarm aşamasında strese karşı olan savunma mekanizmanız güçlü ise beden normale dönecektir. Eğer stres durumu devam ediyor ise Direnme aşaması kaçınılmazdır.

Genel Uyum Sendromunun en uzun olan aşaması Direnme’dir. Bedendeki tepki düzeyinin en yüksek olduğu aşamadır. Bu safhada iki seçenek yer alır, kişinin vermiş olduğu tepkiye göre süreç farklı ilerler. İlk seçenek vücudun strese karşı direnmesidir. Eğer direnme tercih edilmiş ise birey tüm eforunu bu stresi yok etmek için harcamaya başlayacaktır ve bunun ardından son aşama olan Tükenme gelecektir. İkinci seçenek ise stres kaynaklarına uyum sağlamaktır. Strese karşı koymak yerine kabul ederek aksiyon almanız durumunda, vücudunuz tehlikenin geçtiğini varsayarak normal akışına geri dönemeye başlayıp, oluşan tahribatı onarmaya başlayacaktır.

Strese direnç uygulayıp tüm eforunuzu bunu savurmak için harcadınız ve bir sonuç elde edemediniz. Tükenme evresine hoşgeldiniz. Bu aşama gayretlerin sonuçsuz kaldığının fark edilmesi ile hayal kırıklığına uğramak, davranışlarda sapma göstermek ve umutsuzluğa teslim olunan kısımdır. Stres hala devam ettiği için ruhsal ve fiziksel rahatsızlıklar ortaya çıkmaya başlayacaktır. Çünkü bedeniniz stresin yarattığı tahribatı onaramayacak konuma gelmiştir.

Depresyon, bağışıklıkta zayıflık, bağırsak florasında bozulma, kısırlık, tip 2 diyabet, ülser, hipertansiyon, PMS, beyin sisi vb. birçok rahatsızlık kronikleşmiş stres sonucunda oluşmaktadır.

Stresin yokluğu insanı sağlıklı yapar mı? Stresle nasıl baş edilir? Stres hayatınızda ne kadar yer kaplıyor?

Stresin hiç olmaması sanılanın aksine iyi bir durum değildir. Çünkü alarm aşaması sizi tehlikelere karşı hızlı aksiyon alabilmenizi, düşünmenizi sağlar. Uyuşukluk ve kaygısızlıktan uzaklaştırır. Yerinde stres sizi azimli kılmaya, hedefe odaklanmanıza ve çalışma motivasyonunuzu diri tutmaya yarar. O nedenle stresi sadece iyi veya kötü olarak tanımlayamayız. Fakat sizin stres seviyeniz, olaylara karşı olan tepkiniz stresin faydalarına veya zararlarına ne kadar yöneleceğinizi belirler.

Stresle başa çıkmanın yüzlerce yolu vardır. Meditasyon, şimdiki anın kıymetini anlamak, hayır diyebilmeyi öğrenmek, zamanı verimli kulalanmak, sorunları biriyle paylaşmak, yedek planlara sahip olmak, bedeni ve zihni beslemek…

Bu çözümlere başvurmadan önce kendinizi tanımanız, ne zaman strese maruz kaldığınızı anlamanız, tepkilerinizi ve duygularınızı ölçümlemeniz, neyi başarmak istediğinize karar vermeniz çok önemli. Sonrasında ihtiyaç duyduğunuz çözüm yolları size bir araç olacaktır.

Amerikalı psikiyatrist Irvin D. Yalom der ki:

Kişinin seçtiği ya da tercih ettiği şey hastalık değil, strestir; hastalığı seçen ise işte bu strestir!

Şimdi stresi elinize alabildiğinizi düşünün, hatta elinizde güzel bir cam kutu tuttuğunuzu hayal edin. Bu kutu güneş ona vurduğunuzda ışıl ışıl parlamakta. Onu en sevdiğiniz köşenizde sergileyip ondan haz duyabilirsiniz ya da onu kırmaktan korkarak sıkı sıkı tutarken kırabilir, kendinize de zarar verebilirsiniz. Hem kutuyu kaybetmiş hem de canınızı yakmış olacaksınız. Seçim sizin…

Tutku DİNÇER

Evet mi, Hayır mı?

İnsan, doğası gereği yardımlaşmaya, ihtiyaçları için talepte bulunmaya, el uzatmaya ve birlikteliğe yatkın bir canlı türüdür. Bir insan yattığı yerden kalkmadan başka birinden su veya yemek isteyip bunu elde edebilir fakat doğadaki hayvanların yerinden kalkmadan suya ve yemeğe ulaşması pek de mümkün değil. Hal böyle olunca istemek, talep etmek çok kolay ve normal bir süreç haline gelmiş insanlar için.

TDK’de evet  “Öyledir anlamında kullanılan bir doğrulama veya onaylama sözü” olarak geçer. Hayır için ise iki farklı açıklama bulunmaktadır. İlki “‘Yok, öyle değil, olmaz’ anlamlarında onamama, inkâr bildiren bir söz”. Diğeri ise aslında çok farklı anlamda olan fakat yazımı aynı olan “İyilik, karşılık beklenmeden yapılan yardım.” anlamındaki hayırdır. Bu iki hayırın birbirinden ayrılması okunuştaki vurgu ile yapılmaktadır. Evetin karşıtı olan hayır söylenirken ilk heceye vurgu yapılır, iyilik yapmak anlamındaki hayır da ise ikince heceye vurgu yapılır.

Hayır kelimesinin etimolojisine bakarsak, Arapça kökenli olan iyilik etme anlamındaki hayır; 17. yüzyılda Osmanlıca’da yok, yo ifadesini daha kibar söyleyebilmek adına “Yok hayır” olarak topraklarımızda kullanılmaya başlanmış. Bu yok hayır ifadesi “cevabım olumlu değil ama hayırlısı” olarak kullanılmaktaymış. Bu kalıp zamanla dilimizde hayır kelimesini evetin karşıtı haline getirerek, bir şeyi ret etme, olumsuz cevap verme anlamına gelmeye başlamış.

Peki siz hayatınızda eveti mi daha çok kullanırsınız hayırı mı? Sizin için “hayır ” söylenilmesi yasaklı bir kelime midir? Sizce evet ile hayır diyebilmek eşit durumlar mıdır? Hayır diyememek hayatınızda problem yaratır mı? Her şeye evet denebilir mi?

Kültürümüzde yardımlaşmak, birini kırmamak, el uzatmak, yardım isteyeni geri çevirmemek önemli bir olgudur. Veren eli herkes öper, iyilik eden iyilik bulur, ne verirsen elinle o gider seninle, komşu komşunun külüne muhtaçtır atasözleri bu topraklarda doğmuş ve dillere pelesenk olmuş sözlerdir. Küçüklüğünden bu yana bu duygulara maruz kalmış bir kişinin hayır diyebilmesi bir hayli zor olabilir. Peki hayır diyememek size ne tür sorunlar doğurabilir?

Size ricada bulunan kişilere hayır ya da evet dediğinizde kendinizi nasıl hissediyorsunuz? İyi niyetinizin suistimal edildiğini düşünüyor musunuz? Eğer ki söylediğiniz evet size bir yük geliyorsa hayır diyememe hastalığına tutuldunuz demektir. Sizden bir şey yapmanız istendiğinde bunu farklı nedenlerden ötürü yapamayabilirsiniz. Örneğin bunun için gerekli bilgiye sahip olmayabilirsiniz ya da bunun çin vaktiniz olmayabilir veya en basit haliyle bunu yapmak istemiyor olabilirsiniz. Fakat bu soruya cevabınız hayır değil ise, o zaman kendinize haksızlık etmeye başlarsınız. Hayır diyememenin altında yatan bir takım sebepler vardır. Hayır dersem sevilmem, beceriksiz görünürüm, ret edersem ret edilirim, eskisi gibi saygı görmem, dışlanırım, ayıp etmiş olurum ve beklentileri karşılayamam kaygıları sizi hep evet demeye itiyor olabilir.

Bu durumun önüne geçmek için kendi sınırlarınızı, kendinize olan saygınızı iyi belirlemeniz gerekmektedir. Bundan sonraki adımda aslında hayır demenin kötü bir şey olmadığını ve söyleme tarzının neleri değiştirebileceğini anlamanız gerekmektedir. Sizden önceliğiniz olmayan ve vaktinizi alacak bir şey istendiğinde “Hayır bunu yapamam.” yerine, “Şu an yapmak için yeteri kadar vaktim yok, seni de bekletmek istemiyorum.” diyebilmek hem sizi hem de karşı tarafı daha mutlu edebilir.

Brezilyalı roman ve söz yazarı Paulo Coelho der ki:

Herkese evet derken dikkat edin, sakın her defasında kendinize hayır diyor olmayasınız?

İçsel mutluluk ve huzuru oluşturamadıkça, etrafınızdaki hiç kimseye gerçek anlamda bir fayda sağlayamazsınız. Kırılmasın, üzülmesin diye kabul edip, yaparken asla zevk almadığınız işlerde kırdığınız kişi kendinizden başkası değil. Unutmayın “Gönülsüz yenen aş ya karın ağrıtır ya baş.”. Siz önceliklerinizi, kapasitesinizi, değerlerinizi doğru tanımlayıp dile getirebildiğiniz sürece hayır dediğiniz kişiler sandığınız gibi size sırt çevirmeyecekler. Aksine verdiğiniz sözleri tutamamanız, eksik yapmanız insanlarda daha büyük hoşnutsuzluklara yol açacaktır.

Kendinize sorun istemeden kaç şeye evet dedim, hayır diyebilseydim ne olurdu, bundan sonra hayır diyebilmek için kendimi nasıl ifade etmeliyim? Bu sorulara vereceğiniz cevaplar, sizi hayır diyebilme yolcuğuna çıkmanızı sağlayacak. Nasıl yemek yemeyi, şarkı söylemeyi adım adım öğrendiyseniz, hayır diyebilmeyi de öğrenebilirsiniz. Önemli olan bunu ne kadar istediğiniz ve kendinize verdiğiniz değer. Şimdi sizi kendinizle baş başa bırakıyorum ve soruyorum “Evet mi, Hayır mı?”..

Tutku DİNÇER

Neyi bekliyorsunuz?

Son 3, 2, 1.. diye heyecanla geri sayım yaptığımız 2021’e gireli tam 45 gün oldu. 2020’nin sonunda yeni yılda şunu yapacağım, mutlaka bunu başarmış olacağım, yeni yıl hedeflerim bunlar dediğiniz günün üzerinden 45 gün geçti bile. Sahi ne oldu hedeflerinize çalışmalara başladınız mı? Ya da çok uzağa gitmeyelim son 1 hafta içinde bunu yapmam gerek dediğiniz bir işiniz, hedefiniz olduysa, bunun için ne gibi bir aksiyon aldınız?

TDK’ye göre “Ertelemek” sonraya bırakmak, tehir etmek, tecil etmek, talik etmek olarak tanımlanmış. Yani yapmayı planladığınız, arzu ettiğiniz bir eylemi hedeflediğiniz süreçte yapmamak ya da belli bir zaman kısıtı koymamakta diyebiliriz. Davranışın psikolojik olarak erteleme olup olmadığını ölçmek için kullanılan bir yöntem var o da: ertelediğinizi düşündüğünüz şey eğer size huzursuzluk, kaygı, rahatsızlık, üzüntü gibi duygular doğurmuyorsa bu erteleme değildir. Örneğin aldığınız bir kitabı 1 ay içinde bitirmek gibi bi hedefiniz varsa ve ay sonunda bitirmediğiniz için pişmanlık veya mutsuzluk duymuyorsanız bu ertelemek olmuyor. Tabi ki tamamlayamadığınız her işin, ulaşamadığınız her hedefin ardından çokta önemli değildi, sonra yaparım nasılsa diyerek kendinizi kandırmadığınız sürece.

Peki neden erteliyorsunuz? Ertelemek bir hastalık mıdır? Ertelemek sizi hedefsiz ve tembel biri mi yapar? Sizce ertelemekle başa çıkılabilir mi?

Maslow İhtiyaçlar Hiyerarşisi ya da Maslow Piramidi bir insanın yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan en temel ihtiyaçlardan başlayarak  kendini gerçekleştirmeye uzanan o yolu bize kademeli olarak sunar. Aç veya susuz birinin önceliği hiçbir zaman bitirmesi gereken proje ya da yeni yayımlanmış diziyi izlemek olmayacaktır. İşte ertelemek en temel haliyle burada hayat bulmaya başlıyor. Belki Maslow Piramidi’nin ilk basamağında sorun yaşamıyor ve ertelediğiniz işler temel ihtiyaçlarınız bazlı olmuyor fakat bu kez denkleme hazlar dahil olmaya başlıyor. Karnınız tok, kahveniz ya da çayınız elinizde, güvenli ve güzel evinizde oturup dizinizi izliyorsunuz. Aklınıza o an  yapmanız gereken bir iş geldi. Diziye devam etmek ile hareket geçmek arasında seçim yapmak zorundasınız veya harekete geçmeyi kabul edip bunun zamanı konusunda kendinize bir kısıt koyacaksınız. Tabii ki işin aciliyeti, rahatınızın bozulmasına değip değmeyeceği, sonunda elde edeceğiniz kazanç gibi etmenler kafanızda uçuşurken bir karar vermeniz gerekecek. Hazzı erteleyip kollarınızı sıvayacak mısınız, yoksa hazza teslim olup erteleme tuşuna basmaya devam mı edeceksiniz?

Erteleme davranışı zaman yönetimi yetersizliği, plansız yaşam, tembellik gibi etmenlere bağlı olmayıp doğrudan duygu yönetiminize bağlı olan seçim mekanizmasıdır. Bir işi ertelerken, kendinize sormanız gereken ilk soru: Peki neden erteliyorum, neyi bekliyorum? Bunun cevabı ertelemenin etmenlerinden olan mükemmeliyetçilik, başarısız olma korkusu, çalışma alışkanlıkları, yetiştirilme biçimi, sonuca dair inançsızlık, belirsizliğe tahammül edememe, beğenilmeme korkusu gibi nedenler olabilir. Buna cevabınızı verdikten sonra ertelemenin hangi aşamasında olduğunuza da bakmalısınız.

İlk aşama yapmak istememe duygusu, bu da aslında ilk soruya verdiğiniz cevapla ortaya çıkmış olacak. Ardırından gelen neler yapılacağına dair karar verememe adımı, aslında netleştirilmemiş, yol haritası çizilmemiş bir hedef uğruna boşa zaman harcamanıza yol açacaktır. Yola çıkmadan önce varacağınız noktayı ve yolları saptamak, yolda kaybolmanıza ya da karşılaştığınız engellerde pes etmenize engel olacaktır. Peki her şey tamam hedef belli, kararlar alındı iş planı hazır.. En önemli adım işi daha sonra yapmak üzere kendine sözler verme, bu adımı geçebilicek misiniz? Çünkü ertelemek tam olarak burada baş gösteriyor. Eğer bu adımda pes eder ve ertelerseniz ardından gelen acı ve son adım kendinize neden yapmadığınız ile ilgili türlü bahaneler üretmek ve kendinizi temize çıkarmaya çalışmaktır. Ne olmuş yani bugün dolabımı düzenlemediysem bu dizinin yayınlanmasını 6 aydır bekliyorum, sonra düzeltirim nasılsa. Tebrikler hazzı işe tercih ettiniz ve bahanenizi sunup kendinize de haklı çıkardınız. Bu tarz örnekler uzayıp kocaman bir liste oluyorsa siz de “Procrastination” olarak geçen ve “Erteleme Hastalığı” olarak Türkçe’ye çevrilen rahatsızlığa sahipsiniz demektir.

İspanyol ressam Pablo Picasso der ki:

Yapılmasını görmeden ölmek için, istediğin şeyi yarına bırakman yeter.

Kültürümüzde erteleme denince akla gelen çok kıymetli atasözümüzü de es geçmeyelim.

Bugünün işini yarına bırakma.

Tamam anladık erteliyoruz ama nasıl buna engel olabiliriz derseniz, bunun içinde birçok öneri mevcut. Öncelikle ertelediğiniz konular arasında önem sırası yapmalı, efor kazanç oranına karar verip bir harita oluşturmalısınız. Kendinize sorduğunuz “Ben niye erteliyorum?” sorusunun cevabı ise bir diğer çözüm yolu, eğer o soruya verdiğiniz cevap yeterliyse ve buna yönelik aksiyon alıyorsanız yola koyuldunuz demektir. Eğer konsantrasyonu çabuk dağılan, odaklanma problemi yaşayan biri iseniz mutlaka kendinize molalar yaratarak yolu eğlenceli kılacak adımlar ekleyebilirsiniz. En yaygın kullanılan yöntem ise elbette kendinizi ödüllendirmek, ister görevi tamamladığınızda isterseniz de belirlediğiniz adımlarda sizi motive eden, devam etmek için sizi kamçılayan küçük ödüllerle kendinizi şımartın. Ben son dakikada, baskı altında daha verimli işler yaparım diyorsanız stres ve kaygının sağlığınız üzerindeki etkilerini araştırmanızı öneririm.

Şimdi kalemi eline alma sırası sizde, neler listenizde bekliyor, neyi görmezden geliyor ya da ne bahanelerle kendinizi temize çıkarıyorsunuz? Neyi bekliyorsunuz? Sihir ve mucizelere inanmak tercihiniz ama bir perinin gelip işlerinizi sizin yerine yapması için hayal gücünden daha fazlasına ihtiyacınız olabilir. Her şey için geç olmadan, pişmanlık yakanıza yapışmadan hadi ne yapmanız gerekiyorsa koşun ona…

Tutku DİNÇER

Doğru yöne mi bakıyorsunuz?

Tarihte yolculuğa çıkıp II. Dünya Savaşı zamanına gidelim mi ne dersin? Korkma cephelerde savaşmaya değil bir odada kafa kafaya vermiş insanların yanına ışınlanacağız birlikte. Bu insanlar ne haritası üzerine eğilmiş, ne için bu kadar konsantre olmuşlar yakından bakalım. II. Dünya Savaşında İngiliz komutanlar düşmanlarının karşısında güçlü konuma sahip olabilmek için uçaklarını zırhlar ile kaplamayı düşünmeye başlamışlardı. En çokta Alman pilotlardan korkan İngiliz pilotların daha fazla havada ve güçlü kalmalarının tek yolu daha sağlam uçaklar gibi görünüyordu. Fakat tüm uçağı zırhla kaplamak demek uçağın havalanamaması demekti, bu nedenle sadece hayati bölgelerde bu işlem uygulanmalıydı. Peki uçağın hangi bölgesinde bunu uygulamak akıllıcaydı?

Masanın etrafında bulunlar önemli birçok kişinin ağzından farklı fikirler çıksa da, istatistiksel bir inceleme yapabilmek adına hasar alıp geri dönebilen uçaklar üzerindeki mermi deliklerinin haritası çıkarıldı. Sonuçlara göre uçaklardaki hasar yoğunluğu kanatlar, gövde ve kuyruk kısmındaydı. İngiliz komutanların ortak görüşü bu bölgelerin derhal zırlanması ve uçakların daha sağlam hale getirilmesiydi. Macar matematikçi Abraham Wald ise kimsenin göremediği çözümü konseye sundu.

Wald’a göre ellerindeki veriler sadece dönen uçaklara aitti ve bu uçaklar aldıkları hasara rağmen geri dönebilmişti. Uçakların ateş altında istatistiksel olarak haritada daha az delik olan yerlerden de yara aldığını ve ancak o yaralar ölümcül olduğu için buralardan vurulan uçakların geri dönemediğini ekleyerek itiraz eder. Bu nedenle asıl zırh kaplanması gereken yer dönenlerin, hayatta kalanların yaralarının olduğu yerler değil, hayatta kalamayanların yaralarının olduğu yerlerdir. Wald’ın bulduğu bir tür mantık hatası şimdilerde bilinen adıyla “Survivorship Bias” (diğer bir adıyla “Survivor Bias”) yani hayatta kalma önyargısıdır. Bu durumu kısaca popüler olana ve göz önünde olana kanaat getirip gerisini düşünmemek olarakta tanımlayabiliriz. Peki hayatta kalma önyargısı ile hareket ettiğiniz veya verdiğiniz fikirleriniz var mı? Görmeyi reddettiğiniz gerçekler var mı? Sizce doğru yöne bakmak kolay mıdır?

Amerikalı iş adamı Howard Schultz bizim de yakından tanıdığımız Starbucks markasının sahibi. 2020 Forbes dergisi verilerine göre net serveti 4,9 milyar USD olan  Schultz, Starbucks’ın sahibidir fakat kurucusu değildir. Edebiyat mezunu olan Jerry İngilizce öğretmeniydi, Gordon yazardı ve Zev Siegl ise tarih öğretiyordu, bu üç arkadaş kahve tutkunlarıydı ve kendi kahvelerini üretebilme fikri ile Starbucks’ı Nisan 1971’de Seattle’da kurdular. Bu dönemde Hammerplast adlı kahve makinesi şirketinde genel müdürlük yapan Howard, Starbucks’ın kurucuları ile tanışması ise küçük bir kahveci dükkanına göre çokça satın aldıkları kahve öğütücüsü ve makineleri sayesinde olur. Bu firmayı merak ederek Starbucks’a gider ve kahvelerine hayran kalır. Bu hayranlıkla, bende bu işin bir parçası olmalıyım diyerek ve gönlünü kahve üretimine kaptırmaya başlar. İtalya’ya yaptığı iş gezisi sonrası üç arkadaşa kahve çekirdeği ile yetinmeyip kahveyi müşterilerede sunmayı ve farklı şubeler açmaları konusunda teklifle gider. Fakat üç arkadaş o dönemde sadece kahve çekirdeği satıp , kendileri için kahve demler durumdayken farklı şubeler açmak söz konusu bile değildir. Howard’ın bitmez ısrarları sonucunda kahve yapmayı kabul etselerde, işleri büyütmeyi asla kabul etmediler.

Howard ise bu kez onlardan koparak savunduğu fikri kendi markasını kurarak yapmak istedi.“Il Giornale” adlı kendi kahveci dükkanını açtıktan sonra 2 yıl içinde başarıyı yakalayan Howard artık hedefi olan Starbucks’ı almak için üç arkadaşın kapısını çalmak istiyordu. Önündeki engel ise kalan parayı tamamlayabilmekti. 242 yatırımcının kapısını çalan Howard, 217’sinden randevu bile alamadı. Fakat pes etmeyen ve Starbucks’ı alan Howard Schultz bugün ki markanın oluşumunu sıfırdan inşa etti.

Aslında Wald ve Schultz görünmeyeni gördü, doğru olanın her zaman popüler olan veya apaçık görünen şeyler olmadığını bize gösterdi. Önyargıları yıktılar ve çığır aştılar.

Şimdi düşünün sizin hayatta kalma önyargılarınız var mı, doğru yöne bakamadığınız durumlar  veya görmeyi reddettikleriniz.. Sırf herkes için başarı algısı çok parayla, lüks evlerle ölçüldüğü için mi çalışıyorsunuz yoksa amacınız sizi heyecanlandıran işleri yapıp tutkuyla yaşamak mı? Risk almaktan hoşlanmayan biriyken, kısa yoldan para kazanıldığını duyduğunuz ticaretlerde paranızı harcamak ve o stresle hayatınızı zehir etmek midir sizi mutlu eden? 22 dile çevrilmiş ve çok satanlardan düşmeyen bir kitabı ilgilendiğiniz bir konu olmasa dahi herkes okudu diye mi alıyorsunuz? Milyoner insanların inanılmaz başarılarına özenip yaşadıkları onca başarısızlık hikayelerini görmezden gelerek, hep şans işi mi bu diyorsunuz? O zaman gözünüzün önündeki perdeleri kaldırmak için geç kalmış sayılmazsınız. Pes etmek, sadece iyiye veya kolaya odaklanmak sizi kurtarıcı, zafer sahibi yapmaz. Unutmayın taşın altına koyduğunuz eliniz, kararttığınız gözünüz, kendinize olan inancınız ve olmayanı oldurtmanız sizi siz yapacaktır.

Tutku DİNÇER